7 Kasım 2018 Çarşamba

Albert Einstein - Din ve Bilim

Albert Einstein - Din ve Bilim 




Albert Einstein tarafından yazılan bu makale 9 Kasım 1930 yılında New York Times Dergisi'nin 1.-4. sayfalarında yayımlanmıştır. Crown Publishers Şirketi'nin 1954 yılında çıkardığı Fikirler ve Düşünceler'in de 36.-40. sayfalarında yeniden basılmıştır. Bununla birlikte Einstein'ın 1949'da çıkardığı "Benim Gözümden Dünya" kitabının da 24.-28. sayfalarında yayımlanmıştır.

İçeriği

İnsan ırkının yaptığı ve düşündüğü her şey, derin ihtiyaçların tatmin edilmesi ve acının azaltılmasıyla ilgilidir. Eğer bir insan ruhani hareketleri ve onların gelişimlerini anlamak istiyorsa, bunu sürekli olarak aklında tutmalıdır. Özlem, kendini bize nasıl gizemli bir şekilde sunarsa sunsun, duyguyla birlikte, insanın bütün çabalarının ve yaratılışının arkasındaki itici güçtür. Peki, insanları, kelimenin en geniş anlamıyla 'dini düşünce'ye iten hisler ve ihtiyaçlar nelerdi? Kısa süreli bir düşünme, dini düşünce ve yaşama en çeşitli duyguların öncülük ettiğini göstermekte yeterli olacaktır. İlkel insanda dini kavramları çağrıştıran şey, bütün korkuların en büyükleriydi: açlık, vahşi hayvanlar, hastalık, ölüm. Varlığın bu aşamasından beri, sıradan bağlantıların anlaşılması oldukça az ilerleme göstermiştir. İnsan aklı, az çok kendisine benzeyen, yani isteklerinin ve eylemlerinin bu korkunç olaylara dayandığı, yanıltıcı varlıklar yaratır. Böylece kişi, nesilden nesile aktarılan geleneklere göre, bu varlıkların kızgınlıklarını yatıştırmak veya onların bir ölümlüyü affetmesini sağlamak amacıyla bir takım eylemleri yerine getirerek veya o varlıklara kurban sunarak, lütuflarının devamını korumaya çalışır. Bu bağlamda, bir korku dininden bahsediyorum. Bu, yaratılmış olmasa bile, insanlar ve onların korktukları varlıklar arasında aracı rolü üstlenen, özel bir ruhban sınıfının oluşumuyla dengelenmiş, önemli bir rütbedir ve bu temelde bir baskı oluşturur. Çoğu durumda, konumu diğer faktörlere dayanan bir lider, bir yönetici veya imtiyazlı bir sınıf, diğer insanları daha da güvenceye almak için kendi laik otoritesini ruhani işlevlerle birleştirir; ya da siyasetçiler ve ruhban sınıfı, kendi çıkarları doğrultusunda bir ortaklık gerçekleştirir.
Toplumsal dürtüler de dinin kristalleşmesinin bir diğer nedenidir. Rahipler, rahibeler ve daha büyük insan topluluklarının liderleri ölümlüdür ve hataya düşebilirler. Rehberlik, sevgi ve destek ihtiyacı, insanları Tanrı'nın toplumsal veya ahlaki tasavvurunu şekillendirmeye sevk eder. Bu, koruyan, kontrol eden, ödüllendiren ve cezalandıran Takdir-i İlahi'dir; bu, inananların bakış açısının sınırlarına bağlı olarak, seven ve bir kabilenin, insan ırkının, hatta hayatın kendisinin yaşamına sevgiyle yaklaşan Tanrı'dır; kederdeki teselli, tatmin edilmemiş özlemdir; ölmüşlerin ruhunu koruyandır. Bu, tanrının toplumsal veya ahlaki tasavvurudur.
Yahudi yazıtları, korku dininden ahlaki dine doğru olan gelişimi göz alıcı bir biçimde açıklamıştır; bu, Yeni Ahit'te de devam eden bir ilerlemedir. Bütün uygar insanların dinleri, özellikle de Doğu insanlarının dinleri, ahlaki açıdan ilkeldir. Korku dininden ahlaki dine olan gelişim, insanların hayatında atılmış büyük bir adımdır. Hal böyle iken, ilkel dinlerin tamamen korku üzerine kurulmuş olması ve uygar insanların dininin saf bir şekilde ahlaka dayanması, karşısında gardımızı almamız gereken bir önyargıdır. Gerçek şudur ki, bütün dinler iki türü de çeşitli şekillerde harmanlamıştır, tek farkla: Toplumsal yaşamın daha üst seviyelerinde, ahlaki din baskınlık sağlamıştır.
Tüm bu türlerin ortak noktası, yarattıkları Tanrı kavramının insan benzeri olmasıdır. Genellikle, bu seviyenin üstüne dikkat çekecek kadar çıkabilenler, ender yeteneklere sahip bireyler veya olağanüstü derece yüksek zekaya sahip topluluklardır. Ama dini yaşantının, bozulmamış biçimde oldukça nadir bulunmasına rağmen, diğer hepsine ait olan, üçüncü bir evresi vardır: Ben buna 'evrensel dini inanış' diyorum. Bu inancı, böyle bir şeyden yoksun birisine, özellikle de insan benzeri bir Tanrı kavramına karşılık vermediğinden, izah etmek güçtür.
Birey, insanın arzularının ve hedeflerinin boşunalığını, Tanrı'nın, kendisini doğada ve düşünce dünyasında da ortaya çıkaran yüceliğini ve mükemmel düzenini duyumsar. Bireysel varlık, insanı bir kodes gibi baskı altında tutar ve birey, evreni tek, anlamlı bir bütün olarak yaşamak ister. Evrensel dini inanışın kökenleri, gelişimin ilk evrelerinde, örneğin Davut'un Mezmurlar'ında ve bazı peygamberlerde görülür. Schopenhauer'ın muhteşem yazılarından öğrendiğimiz gibi, Budizm, bunun çok daha güçlü bir bileşenini barındırır.
Tüm çağların dindar dahileri, hiçbir dogma veya insanın tahayyülündeki gibi bir tanrıyı tanımayan, bu tür bir dini inanışla sivrilmişlerdir. Bu nedenle, temel alınacak hiçbir kilise var olamaz. Bundan dolayı, tüm çağların kafirleri arasında, bu, en üstün dini inanışla dolu insanların, çoğu durumda çağdaşları tarafından 'ateist', aynı zamanda bazen de 'aziz' olarak nitelendiklerini görürüz. Bu açıdan baktığımızda, Demokritos, Assisili Francis ve Spinoza gibi insanlar, birbirlerine benzerdir.
Peki, evrensel dini inanış, eğer meydana hiçbir Tanrı kavramı veya hiçbir teoloji getirmiyorsa, bir kişiden diğerine nasıl aktarılabilir? Fikrimce, sanatın ve bilimin en önemli işlevi bu inancı uyandırmak ve ona açık olan insanların içinde, onu canlı tutmaktır.
Böylece, klasik olandan çok daha farklı bir bilim-din ilişkisinin kavranışına varıyoruz. Eğer konuya tarihi açıdan bakarsanız, çok geçerli bir sebepten ötürü, bilim ve dini birbiriyle bağdaşmaz hasımlar olarak görürsünüz. Nedensellik yasasının evrensel işleyişini tam anlamıyla kavramış bir insan, bir an için bile olsa, olayların gidişatına müdahale eden birisinin olması fikrini eğlenceli bulmaz - tabii ki, nedensellik kuramını ciddiye alması kaydıyla. O kişinin, korku dinine, aynı oranda toplumsal veya ahlaki dine de ihtiyacı yoktur. Ödüllendiren ve cezalandıran bir tanrı, o kişi için akıl almazdır; çünkü bireyin hareketleri, içsel ve dışsal gereklilikler tarafından belirlenir. Bu yüzden, nasıl cansız bir madde, yaptıkları için sorumlu tutulamıyorsa, bu kişi de Tanrı'nın gözünde sorumlu tutulamaz. Bu durum üzerine, bilim, ahlakın kuyusunu kazmakla suçlanmıştır, ama bu suçlama adil değildir. Bir kişinin ahlaki ve etik davranışları, diğerlerini anlamasına, eğitimine ve toplumsal ilişkilere dayanmalıdır; dini prensiplere ihtiyaç yoktur. Zira kendini, ölümden sonra ceza korkusu veya ödül umuduyla dizginleyen kişi, zavallıdır.
Bu sebeple, kilisenin neden bilime sürekli savaş açtığını ve bilim yandaşlarına durmadan eziyet ettiğini anlamak kolaydır. Öte yandan, evrensel dini inanışın, bilimsel araştırma için hâlâ en güçlü ve en soylu gerekçe olduğu şeklindeki iddiamı sürdürüyorum. Sadece ve sadece, engin çabaların ve hepsinden de öte, kuramsal bilimdeki öncülerin yaratılmasında temel etken olan adanmışlığın farkında olanlar, tek başına, hayatın bütün birincil gerçekliklerinden olabildiğince uzak olan bu denli bir çalışmanın yarattığı etkiden gelen hissiyatın gücünü kavrayabilir. Evrenin akılcılığının ne büyük bir mahkûmiyetidir ve anlamaya duyulan ne büyük bir özlemdir ki; Newton ve Kepler'ın yıllarca emek sarf ederek göklerdeki teknisyenlerin prensiplerini çözmeye çalışmaları, aklın bu dünyada ortaya çıkarılmış kısmının cılız bir yansımasıdır. "Bilimsel araştırma" kavramı ile, temelde bilimin uygulanabilir sonuçlarını gözlemleyerek tanışmış olan kişiler; etrafı şüpheci bir dünyayla çevrili olup yüzyıllar boyunca da benzerleri olan soydaşlarına yol gösteren insanların kafa yapısına dair tamamen yanlış bir bakış açısını kolaylıkla edinebilir.Yalnızca, hayatını aynı davaya adamış birisi, bu insanlara neyin esin kaynağı olduğunu, sayısız hatalara rağmen, onlara davalarına sadık kalma gücünü neyin verdiğini oldukça gerçekçi bir şekilde idrak edebilir. Bir insana böylesine bir güç veren tek şey, evrensel dini inanıştır. Bir dostum demişti ki, bu materyalist çağda, bilim çalışanlarından başka kimse samimi olarak inanmıyordur; ki haksız da değildi.

Etiketler: , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa