29 Ekim 2018 Pazartesi

Pierre Bourdieu

Pierre Bourdieu

Pierre-Felix Bourdieu (1930-2002),yılları arasında yaşamış Fransız sosyolog.

II. Dünya Savaşı sonrasının en yaratıcı ve en verimli araştırmacılarından olan Bourdieu günümüz sosyolojisinin temel kuramcılarından biridir. Orta öğrenimini Paris’in ünlü Louis Le Grand lisesinde tamamladıktan sonra École Normale Supérieure’de felsefe eğitimi gördü. Askerliğini yapmak üzere gittiği Cezayir’de Fransız sömürgeciliğini yakından tanıma fırsatı bulan düşünür, bu deneyiminin de etkisiyle felsefi yaklaşımını sosyolojik ve antropolojik açılımlarla pekiştirdi. 1959 ve 1962 yıllarında Sorbonne’da felsefe dersleri verdikten sonra, École des Hautes Études en Sciences Sociales’in müdürlüğüne getirildi; ayrıca Avrupa Sosyolojisi’nin de yöneticiliğinde bulundu. 1982’de, Collège de France’ta, kendisini akademiye kazandıran Raymond Aron'un ölümü sonrası sosyoloji kürsüsüne seçilen Bourdieu, aynı dönemde Actes de la Recherche en Sciences Sociales dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Eğitimden başlayarak çeşitli kültürel alanlardaki üretim, yeniden üretim, ayrışım mekanizmalarını inceleyen ve pek çok önemli çalışması bulunmaktadır. Avrupa Sosyoloji Merkezi'nin kurucusudur.

Yirmibirinci yüzyıl sosyolojisine miras kalacak en sistematik ve kapsamlı epistemolojik girişimin sahibidir. Farklı dönemde yaptığı çalışmaları esasen sosyolojisinin iki temel sorunu olan yeniden-üretim ve alan sorununun kapsamını derinleştirdiği çalışmalar olarak okunabilir. Ürettiği ekolün en ciddi temsilcisi öğrencisi Loic J. D. Wacquant'tır. Epistemolojik konumu doğurgan yapısalcılıktır. Bu yaklaşımın Anglo-Sakson dünyadaki bir benzeri eleştirel realizmdir.

Bazı Eserleri

La Distinction (1979)
Le Sens pratique (1980)
Questions de sociologie (1980)
Homo Acedemieus (1984)
Choses dites (1987)
Raisons Pratiques (1994)
Sur la télévison (1996)
Les régles de l’art (1998)
YKY, 1999, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar
İletişim (2003), Karşı ateşler YKY (2006)

Etiketler: , ,

Jean Baudrillard

Jean Baudrillard

 (27 Temmuz 1929-6 Mart 2007)yılları arasında yaşamış (Fransızca telaffuz şekliyle : [ʒɑ bodʁijaʁ]), Fransız sosyolog, filozof, kültür teorisyeni, siyasi yorumcu ve fotoğrafçı. Çalışmaları sık sık postmodernizm ve post-yapısalcılık üzerine olan çalışmalarıyla ünlenmiştir.

Hayatı

Fransa'da bir devlet memurunun çocuğu olarak doğdu. Sorbonne Üniversitesi'nde Almanca okudu, ailesinde üniversiteye gitmiş olan ilk kişiydi.

Mezun olduktan sonra bir süre eğitim kurumlarında Almanca öğretmiştir. 1950-1960lardaki bu dönemde, Cezayir sorunu yaşamını ve düşüncesini fazlasıyla etkilemiştir. Almanca öğrettiği bu dönemde doktora tezine de (sosyoloji üzerine) devam etti. 1966'da doktora tezini bitirdi, tezinin başlığı "Thèse de troisième cycle: Le Système des objets" idi.

1966 yılının Eylül ayında Université de Paris-X Nanterre'de (Nanterre Üniversitesi - Paris-X) asistan oldu. 1968'deki öğrenci eylemlerinin etkisinde kaldı, Yapısal Marksizm ve medya teorileri ile ilgilendi. 1972'de aynı üniversitede, profesör olarak, sosyoloji öğretmeye başladı. 1987'dan 1990'a kadar Université de Paris-IX Dauphine'de (Dauphine Üniversitesi - Paris-X) görev aldı. "Eski Yugoslavya'daki Müslümanların maruz kaldığı soykırım, Yeni Avrupa Düzeni'nin evrim sürecinde bir aşamadır. 'Etnik temizliğin' infazcısı olan Sırplar, yeni biçimlenen bir Avrupa'nın öncülüğünü yapıyorlar." (Lettre dergisi, Kış 2005)
Çalışmaları

Bugünün siyasi ve ideolojik akımlarını reddetmesi ününün artmasına neden olmuştur. Bugüne kadar birçok önemli çalışmaya imza atmıştır. Simülasyon kuramını oluşturmuş, kitle zihni üzerine çarpıcı satırlar yazmıştır. Tüketim üzerine düşünceleri ve yapıtları ise onun ününe ün katmıştır. Medya ve kitle iletişim araçlarına dair eleştirileri de diğer düşünceleri kadar çarpıcıdır. Birinci Körfez Savaşı üzerine yaptığı açıklamalarla, Körfez Savaşı'nın oluşumunu ve etkilerini entelektüel bir açıdan farklı bir şekilde yorumlamıştır.


* Le Système des objets; (Gallimard, 1968)
* La Sociètè de consommation; (Denoel, 1970; Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları 1997)
* Pour une critique de l'èconomie politique du signe; (Gallimard, 1976)
* L'Èchange symbolique et la mort; (Gallimard, 1976 - Sembolik Değiş Tokuş ve Ölüm, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2002)
* Oublier Foucault; (Galilee, 1977 - Foucault'u Unutmak, Dokuz Eylül Yayınları, 1998) baudrillard.png" border="0
* L'Effet Beaubourg; (Galilee, 1977)
* À l'ombre des majorites silencieuses; (Denoël, 1978 - Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu, Doğu Batı Yayınları, 2003)
* Le PC ou les paradis artificiels du politique; (Cahiers d'Utopie, 1978)
* De la seduction; (Galilee, 1979 - Baştan Çıkarma Üzerine, Ayrıntı Yayınları, 2001)
* Simulacred et Simulation; (Galilee, 1981 - Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2003)
* Les Stratègies fatales; (Grasset, 1983 - Çaresiz Stratejiler, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2002)
* La Gauche divine; (Grasset, 1984)
* Le Miroir de la production; (Galilee, 1985 - Üretimin Aynası, Dokuz Eylül Yayınları, 1998)
* Amèrique; (Grasset, 1986 - Amerika, Ayrıntı Yayınları, 1996)
* L'Autre par lui-même, Habilitation; (Galilee, 1987)
* Cool Memories I; (Galilee, 1987)
* Cool Memories II; (Galilee, 1990 - Siyah 'An'lar 1-2, Ayrıntı Yayınları 1999)
* La Transparence du mal; (Galilee, 1990 - Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı Yayınları, 2004)
* La Guerre du Golfe n'a pas eu lieu; (Galilee, 1991)
* L'Illusion de la fin; (Galilee, 1992)
* Le Crime parfait; (Galilee, 1994 - Kusursuz Cinayet, Ayrıntı Yayınları, 1998)
* Figures de l'altèrite avec Marc Guillaume; (Descartes et Cie, 1994)
* Fragments, Cool Memories III; (Galilee, 1995 - Cool Anılar 3-4, Ayrıntı Yayınları, 2002)
* Ècran total; (Galilee, 1997 - Tam Ekran, YKY, 2001)
* Le Paroxyste indifferent, entretiens avec Philippe Petit; (Grasset, 1997)
* L'Echange impossible; (Galilee, 1999)
* Les mots de passe; (Pauvert, 2000 - Anahtar Sözcükler, Paragraf Yayınevi, 2005)
* Bir Parçadan Diğerine- İnkilap Kitabevi 2005

Etiketler: , ,

Yıldızların Evrimi ve Sonu

Yıldızların Evrimi ve Sonu

Yıldızlar gaz bulutlarının kendi kütleçekimleri altında sıkışmaları sonucu oluşmaktadır. Hemen hemen tümüyle hidrojen atomlarından oluşan bu bulutlar evrenin başlangıcındaki kuvvetli kütleçekimsel alanın yarattığı parçacıklardan ortaya çıkmaktadır. Bulut sıkıştıkça ısınacağından, sonunda yıldızın içinde nükleeer tepkimeler başlatacak sıcaklıklara erişilebilmektedir. Bunlar arasında daha sonra Bethe’nin de ayrıntılı bir biçimde gösterdiği gibi dört hidrojen çekirdeğinin enerji açığa çıkararak bir helyum çekirdeğine dönüşmesi tepkimesi,

4 Hidrojen —» Helyum+Enerji
Güneş gibi bir yıldızın uzun süre parlaması için gerekli enerji kaynağım oluşturmakta ve kütle-çekimin yıldızı çökertme etkisini dengeleyen basıncı sağlamaktadır. Böylece yıldız gökyüzünde göründüğü parlak, kararlı halde devam edebilecektir. Ancak sonunda yıldızın hidrojenden oluşan yakıtı tükenmeye yüz tutacaktır. Bu sırada kütleçekim hidrojene göre daha ağır olan helyumu yıldızın merkezine çökertecek ve geri kalan hidrojenin kısmen yanmasıyla yıldızın çapı eskisine oranla yaklaşık 100 kez büyüyerek yıldız bir “kırmızı dev” haline gelecektir. Bu aşamada yıldızın merkezindeki helyum daha da sıkışıp yeni nükleer tepkimelerle helyumu karbon ve oksijene, ardından bunları da yakarak neon, magnezyum ve silikona dönüştürebilir. Doğadaki ağır atomlar hep yıldızların içinde pişirilerek ortaya çıkmış ve süpemova patlamalarıyla çevreye yayılmıştır. Öte yandan yıldızın merkezinde helyumu yakacak koşullar oluşmazsa ya da yıldız tüm nükleer yakıtlarını eninde sonunda tüketince ne olacaktıri işte bu konu Chandrasekhar’m 20 yaşlarında Ingiltere’de araştırmalarına başladığı dönemde astronomların yanıtlamaya çalıştıkları en önemli soruydu. Nükleer yakıtını tüketen bir yıldızda, kütleçekim maddeyi daha da sıkıştırıp yıldızın çapım küçülterek yoğunluğunu artıracaktır. Böylelikle yıldızı oluşturan atomların çekirdekleri ve elektronlar birbirlerinden ayrılacak ve ortaya, dünyadaki maddeyi oluşturan türden çok daha değişik bir “dejenere gaz” çıkacaktır. Böylece santimetre kübe 60 kg gelen yoğunluklar elde edilebilecek ve bu cins-maddeden oluşan yıldızlar küçük bir hacme sıkıştıkları için “cüce” ve bunlardan hâlâ ışıyanları içinse “beyaz cüce” denilecekti. Astronom W.S.Adams o sıralarda gökyüzünde en parlak yıldız olan Sirius’un bir beyaz cüce ile birlikte bir çift yıldız sistemi oluşturduğunu bu yıldızdan gelen ışığın tayfını inceleyerek ispat etmişti. 1920’lerde kuvantum kuramı, özellikle dejenere gazı tanımlayacak kuvantum istatistiksel mekaniğinin Fermr'-Dirac dağılımı bilinmediğinden, beyaz cücelerin kuramı tümüyle geliştirilememişti. Bu eksiklik kuvantum kuramının bulunmasından hemen sonra, 1926’da R.H.Fowler tarafından giderildi. Fowler cüce yıldızın tek bir dev moleküle benzediğim ve bütün yıldızların da sonuçta birer cüce yıldız (önce beyaz sonra kara cüce yıldız) olarak evrimlerini tamamlayabileceğini gösterdi. Bu aşamada Chandrasekhar, Fo ıvler’in hesaplarında Einstein’ın özel görelilik kuramından kaynaklanan bazı katkıları dikkate almadığım, ancak cüce yıldızların içindeki olağanüstü koşullarda elektronların ışık hızına yakın hızlara erişebileceğinden bunun gerekli olduğunu farketti. Özel görelilik etkileri hesaba katılınca ortaya yepyeni bir sonuç çıkmaktaydı. Bugün Chandrasekhar limiti (Mc) diye anılan

Mc— 1,44 MG (burada Mc Güneş’in kütlesini göstermektedir)
cüce yıldızların kütlesi için bir maksimum kütledir. Kütlesi bundan daba fazla olan bir beyaz cüce olanaksızdır. Kütlesi Chandrasekhar limitinden daba fazla olan yıldızların sonu nasıl olacak sorusu ise, Chandrasekhar’ın buluşunun hemen ardından gündeme geldi. Kütlesi Chandrasekhar limitini aşan yıldızlar ya patlamalar yoluyla kütlelerini azaltıp cüce yıldız şeklinde son bulacaklar ya da kütleçekimi kuvvetleri yıldızı daha da sıkıştırıp, sonunda yıldızı oluşturan maddeyi ışığın bile kaçması olanaksız yoğun ve küçük bir hacme indirgeyecekti. Bu da günümüzde “kara delik ” diye bilinen tümüyle çökmüş yıldızlardan ortaya çıkan bir tür gök cismidir. Ancak sonuca kesinlikle varabilmek için, Neıvton*’ın kuramının yerine Einstein’ın kuvvetli kütleçekim alanlarını tanımlamak üzere geliştirdiği genel görelilik kuramım da kullanmak gerekmektedir. Chandrasekhar bu gelişmelere katılamadı, çünkü bu gelişmelerin başlangıcı sayılacak Chandrasekhar limitinin geçerliliği Cambridge’de öğretmeni olan Eddington tarafından kabul edilmedi, hatta haksız yere alayla karşılandı. Yıldızların evrimi Einstein’ın genel görelilik kuramım da gözünün de bulundurarak 1940’larda Oppenbeimer ve arkadaşları tarafından yeniden hesaplandı. Bu araştırmacılar yıldızların cüce halinden ayrı, (önceleri Zwicky* tarafından “nötron” yıldızı diye adlandırılmış) yeni bir kararlı hal ortaya çıkardılar. Yıldızların bir olası sonu olan nötron yıldızı hali 1970’lerde atarca (pulsar) olarak gözlendi. Tıpkı cücelerde Chandrasekhar limiti olduğu gibi, nötron yıldızlarının da yaklaşık 3 Güneş kütlesinden daha fazla kütleleri olamamaktadır. Bundan daha yüksek kütleli yıldızlar fazla kütlelerini atamadıkları durumlarda çökerek “kara delik” olmaktadır. Kara delikler kuramı ise 1960’larda Penrose ve Hawking'’in çalışmalarıyla anlaşıldı. Günümüzde bu ilginç gök cisimlerinin dolaylı olarak gözlendiğine ilişkin güçlü kanıtlar vardır.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi



Etiketler: , , , ,

Uzay Nedir ?

Uzay Nedir ?
Uzay, Dünya'nın atmosferi dışında evrenin geri kalan kısmına verilen isimdir. Uzay'ın sınırları asla kesin değildir ve Uzay hep büyür. Atmosfer ile uzay arasında kesin bir sınır bulunmamaktadır, fakat Dünya'nın atmosferi yukarı doğru çıkıldıkça incelmektedir. Uzayda milyonlarca gökada bulunmaktadır. Bu gökadalar içinde milyonlarca güneş sistemleri, gezegenler ve gök taşları bulunmaktadır.
Uzay çok eski dönemlerden beri insanların büyük ilgisini çekmiş, sonu olup olmadığı; varsa, sınırlarının nereye kadar uzandığı bilginleri ve felsefecileri yakından ilgilendirmiştir. Uzayda yer alan gökcisimlerinin incelenmesi, bunların hareketlerinin diğer gökcisimlerinin davranışlarına yaygınlaştırılması, uzay hakkında çok az da olsa kimi fikirlerin ortaya atılmasını sağladı. Çağlar geçtikçe insanların daha güçlü teleskoplarla uzayı incelemesi uzay hakkındaki bilgileri artırdı. Uçan cisimlerin ortaya çıkmasıyla Dünya'yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay'a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, Güneş Sistemi içinde yolculuk yapacak yapma uyduların geliştirilmesi, çok güçlü radyoteleskoplarla uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki bilgilerini önemli ölçüde genişletti. Bu arada teorik fizik ve astronomi konusunda devrim yapacak görüşler ortaya atan Einstein gibi bilginlerin uzay konusunda ortaya attıkları pek çok kuram, gözlemcilerin uzay üzerine verdikleri bulguların mantıklı bir şekilde açıklanmasını sağladı. Uzay konusundaki ilk sağlam bilgiler, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında, özellikle kuzey ülkelerinde kurulan gözlemevleri sayesinde alındı. ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Palomar Gözlemevi, Dünya'da mevcut gözlemevlerinin en büyüğüdür. Buradaki aynalı teleskopun çapı 5 m., yüksekliği 40 m.dir. Bu gözlemevlerinde uzaydaki gökcisimlerinin kütlesi, hacmi, ışığının şiddeti vb. incelenmektedir. Uygulamalı fiziğin geliştirdiği tayf (spektrum) analizi, uzaydan gelen ışıklardan, cisimlerin hangi elementlerden oluştuğunu göstermektedir. 1932'de K. G. Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu uzaydan gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların doğmasına ve uzayın derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının kaynaklarının ve nedenlerinin bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların geliştirdiği V-1 ve V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi için yapılacak çalışmalarda büyük bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük hız verdi. Yapılan uzay uçuşu denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye oturtmayı başaramadı. Bu arada SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok füzeleri ile "Sputnik" adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçti. Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların, özellikle insanların uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise 12 Nisan 1961 tarihinde SSCB'nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada, insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuzu'nda Ay'ın ABD'li astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla sürmektedir.

Etiketler: , , , ,

Tarihselcilik Nedir ?

Tarihselcilik

Bütün insan başarılarının, toplum olaylarının açıklanmasında tarihi temel alan Tarihselcilik (Historismus) akımı 19.yy ortalarından sonra Almanya’da doğdu. Felsefe, hukuk, toplumbilim, tarih ve doğa bilimlerinin gelişimini, tarihsel süreç içinde gören bu akımın içinde yer alan düşünürler dört ayn kuramı benimsemişlerdir. Bütün olaylar, değerler, buluşlar, insanla ilgili sorunlar ortaya çıktıkları ortamın tarihsel durumuyla bağlantılıdır, bu nedenle onların açıkla-nışı, içeriği, geçmişi tanımakla olanaklıdır. Çünkü tarihsel süreç kesintisiz bir akıştır, her türlü oluş onun içinde biçimlenir ve gerçekleşir, ikinci kuram insan varoluşunun özünü, insanın bir tarih varlığı oluşunda görür. Bu kurama göre insanın tarihselliği, onun canlı temelidir, insanın içinde yaşadığı evren tarihsel bir bütündür, insanı anlamak için onun tarihselliğinden yola çıkmak, başarılarını bu kesintisiz süreç içinde değerlendirmek gerekir. Bu kuramı savunanların başında W.Dilthey gelir.

Üçüncü görüşü benimseyenlere göre tarihsel gerçekler değişmeyen, bütün çağlar boyunca her türlü bireysel ve toplumsal eyleme yön veren genel ilkelerdir. Bu ilkeler, çağın durumuna uygun olarak, belli yetkelerde odaklaşır ve yetke tarihsel eylemi yönlendiren kural niteliği kazanır, saltık bir varlık olarak kendini sürdürür. Bu özelliği dolayısıyla tarih, özünü yetkelerin oluşturduğu bir düşünce ürünüdür, toplumsal etkinliği vardır.

Son kuram ise tarihin yalnız kendisi için var olduğu, bağımsız bir bilim niteliği taşıdığı görüşüne dayanır. Tarih geçmişin bütün değerlerini, en ince ayrıntılarına değin, güncelleştirme eğilimi taşımamalıdır, geçmişi kendi bütünlüğü içinde yorumlamadan geleceğe aktarmalıdır. Bu özelliği dolayısıyla, kendi kendine yeten, geçmişin başarılarım canlandıran bir bilimdir. Tarihselcilik’in içerdiği bu dört kuram biri toplumsal, öteki düşünsel olaylar olmak üzere iki temele oturur. Toplumsal olaylardan yola çıkan görüş için önemli olan geçmişle gelecek arasındaki olgusal bağlantıdır. Düşünsel içeriği benimseyen kurama göre de, üzerinde durulması gereken olaylar değil, insanın yaratıcılığı, değerleri, evrendeki yeri, ortaya koyduğu başarı ürünleri ve uygarlık alanındaki gelişim aşamalarıdır. Bu görüşü savunanların başında, tarihi Ustinsan’ı oluşturan bir yaratma odağı diye niteleyen, kültür varlıklarını temel alan Nietzsche gelir.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi



Etiketler: , , ,

26 Ekim 2018 Cuma

Nazizm Nedir ?

Nazizm

Nasyonal Sosyalizm, kısa adıyla Nazizm, 1920’lerde gelişen ve iktidar olan Italyan Faşizmi ile eşzamanlı olarak Almanya’da ortaya çıkmıştır. Prusya militarizmi ve Protestanlık’ın kurucusu Martin Luther tarafından en aşın biçimde dile getirilen Yahudi düşmanlığı gibi Alman halkının yabancısı olmadığı imgelere başvurarak destek bulmuştur. Nasyonal Sosyalist ideolojide en yüksek değer ırktır, insanlar ve ırklar eşit değildir. Büyük bir uygarlık ancak uygarlık kurma yeteneğine sahip üstün bir ırk tarafından kurulabilir.

I. Dünya Savaşı’nıngetirdiği olağanüstü büyük toplumsal altüst oluşlara, savaşta yenik düşmenin yol açtığı maddi baskılar ve manevi eziklikler de eklenince, Almanya ’da kendiliğinden gelişen toplumsal tepkiler ve kitle hareketliliği artmıştı. Naziler kitlelere iş, ekmek, adaletli gelir dağılımı, güçlü ve büyük bir Almanya vaad ederken, onların içinde bulunduğu koşulların sorumluluğunu da Yahudiler’e, sosyal demokratlara, komünistlere ve diğer ülkelerin halklarına yükleyerek iç ve dış düşmanlara”a karşı “milli birlik ve beraberliğin” ırkçı bir biçimde bayraktarlığını yapıyorlardı.

Hitler belirsizliğin kitlelerde terkedilmişlik ve çaresizlik duygulan uyandıracağına inandığından Nazi Partisi’nin programını olabildiğince yalın ve değişmez 25 madde içine toplamıştı. Partinin hemen hemen her şeye karşı çıkan ideolojisi küçük esnaf, zanaatkar, çiftçi ve memurların oluşturduğu Alman orta sınıfına çekici geliyordu. Savaş sonrası yıkım ve enflasyon ortamında mal varlıklannı yitirme tehdidi altında bulunan bu sınıf, savaşta yenik düşen imparatora, ateşkes antlaşmasını imzalayan Sosyal Demokratlar’a, üretim araçlannm özel mülkiyetine karşı çıkan Mandstler’e, büyük sermayeyi denetleyen Yahudiler’e ve kendisini yutan düzeni simgeleyen kiliseye düşmandı. Yahudi düşmanlığı ona sınıfın kızgınlıklannın ve doyumsuzluğunun yöneltilebileceği kolay bir hedef oluşturuyor, “güçlü Alman ırkı”nın bireyleri olmak, ezilmişlik duygulan içindeki bu sınıfa güvence veriyordu. Sosyalist sözcüğü partinin adına partiyi işçiler için çekici kılmak üzere eklenmişti.

Öte yandan, 1870 sonrasında hızla gelişen ve 20.yy başında Ingiltere’nin en büyük rakibi durumuna gelen Alman sanayisi I. Dünya Savaşı’nda dış pazarlannı yitirmiş, ağır savaş tazminatlrı ödeme yükümlülüğü altına girmiş ve yeni yatmmlar için ABD kredilerine muhtaç duruma gelmişti. 1920’ler boyunca yalnızca büyük sanayicilerden Thysen tarafından maddi olarak desteklenen Nazi Partisi’ni 1929 Dünya Bunalımı’nı izleyen derin iktisadi ve toplumsal bunalım yıllarında öbür ağır sanayiciler ve büyük toprak sahipleri de açıkça desteklemeye başladı. Nazizm bu kesimlerin kendi sorunları için çözüm olarak gördüğü ve tercih ettiği bir iktidar biçimi olarak ortaya çıktı.

Nazi Partisi’nin iktidar olduğu 1933 'ten II. Dünya Savaşı’na değin, Naziler Almanya’nın hemen hemen tüm kaynaklannı savaş sanayiine yönelttiler. 1933-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 162 oranında artarken, tüketim mallan üretimi yalnızca % 36 oranında arttı. Gerçek ücretler düşürüldü, gelir ve kaynak dağılımında ağır sanayicilerin ve bankacılann payı önemli ölçüde yükseldi.

Naziler, önce siyasal demagoji ve görkemli törenlerle kitlelerin desteğini kazanmış, iktidar olduktan sonra da Yahudiler ve siyasi muhalifleri üzerinde uyguladıklan baskı ve terörle, sonunda da savaş çıkartarak kitleleri sindirmiş ve yönetmişlerdir.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , ,

Colbertizm Nedir ?

Colbertizm, 16. ve 17. yy'larda Batı Avrupa'da ortaya çıkan ve ticari kapitalizmin ideolojisini yansıtan Merkantilist iktisat politikasının 17. yy’da Fransa’da aldığı özgün biçimdir. Kral XIV. Louis'nin maliye bakanı olan Colbert’in öğretisi ve uygulamaları üstüne temellenen Colbertizm ekonominin tüm alanlarında devletçilik, korumacılık ve müdahalecilikle klasik merkantilizmden ayrılır.
 Colbertizm ’in öncüleri Lafemas, Montchretien ve Richelieu ’dür.' Colbert’e göre bir ülkenin siyasi, iktisadi ve askeri gücü, elinde tuttuğu değerli madenlerin miktarıyla orantılıdır. Devletin görevi bu madenlerin dışsatımım azaltıp dışalımını artırarak, stoklarını çoğaltmaktır. Dış ticaret dengesinin bozulmasını önlemek için ise, sanayi hammaddeleri ve temel gereksinimler için gerekli olan malların dışında, gümrük duvarları yükseltilerek dışalım azaltılır.
Devlet ulusal bir ticaret filosu kurarak, bazı ulaşım işlerinin yabana gemilerle yapılmasını engeller; sömürgelerden elde edilen kârların ülkeye akmasını sağlar.
Devletin en önemli uğraşlarından biri de, üretimi geliştirmek, bazı malların üretimini üstlenmektir. Sanayi işletmelerine tekel ayrıcalıkları tanıyan devlet, şirketlerin çalışmalarına yön verir. Yabancı teknolojiyi ülkeye getirir ve uzmanlık okulları açar.

Colbertizm’de, tarımın önemi ikincildir. Tarımsal ürünler içinde yalnızca keten, kenevir, ipek, yün, çivit ve kök boya gibi, ya işgücünün değerini ucuzlatan, ya da dokuma sanayiine hammadde sağlayan ürünler desteklenir. Bunun yanı sıra, tahıl dışalımını kolaylaştırıcı, dışsatımını engelleyici dış ticaret uygulamalarıyla, sanayi işgücünün maliyeti düşürülmeye çalışılır. Bu uygulamalar, Fransa’da kapitalizmin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını ve devletin koruyucu gucii altındaki ticaret ve sanayi sermayesinin güçlenmesini sağlamıştır.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , , ,

Juche Nedir ? Kimilsungizm Nedir ?

Juche ya da Kimilsungizm (Korece: 주체사상), Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti resmi devlet ideolojisi ve ülke siyasi sisteminin temelidir. Bu doktrin Kim Il-sung öğretisinin bir parçasıdır. Kelime anlamı ana gövde veya konu olarak Türkçeye çevrilebilir. Ayrıca bağımsız duruş ve kendi kendine yetebilme hali olarak da yorumlanabilir.
Kim Il-sung (1912-1994), başlangıçta Marksizm-Leninizm'in bir varyantı olarak görülen ideolojiyi, Marksizm-Leninizm'in tarihsel materyalist düşüncelerini birleştirirken karakterinde açıkça "Korece" haline gelene kadar geliştirmiştir. Bireyi, ulus devletini ve egemenliğini kuvvetle vurguluyor. Sonuç olarak, Juche, Kuzey Kore hükümetinin politika kararlarını 1950'lerden bu yana haklı göstermek için kullandığı bir dizi ilke olarak kabul edildi. Bu ilkeler arasında, "jarip" (ulusal ekonomi) inşası ve "jawi" ye (kendini savunma) vurgu yaparak, sosyalizm kurmak için ulusun iddia edilen "jaju" (bağımsızlık), doğru hareket ettirilmesi de bulunmaktadır.

Juche ideolojisi, birçok bilim insanı ve gözlemci tarafından, Kuzey Kore rejiminin diktatörlüğünü idame ettirmek için bir mekanizma olarak eleştirildi ve ülkenin ağır kulaktan tecrit politikası ve Kuzey Kore halkının ezilmesini haklı kılıyor. Ayrıca Kore etnik milliyetçiliğinin bir formu olarak tanımlanmıştır, ancak Kim aileyi "Kore Yarışının" kurtarıcıları olarak tanıtır ve onları çevreleyen daha sonraki kişilik kültünün temelini oluşturur.

Uygulama Şekli

Kim Jong-il’e göre juchenin devlet politikası olarak uygulanması aşağıdaki hususları içerir:

Halk düşüncede ve siyasette özgür (chajusong), ekonomik olarak kendi kendine yeter, savunmada da kendini koruyabilecek durumda olmalıdır.
İzlenen siyaset halkın amaç ve isteklerini yansıtmalı ve bu yolda tüm halk devrim ve inşa süreci için seferber edilmelidir.
Devrim ve inşa süreçleri ülkenin içinde bulunduğu duruma uygun olmalıdır.
Devrim ve inşa sürecinin yapması gereken en önemli görev ise halkı ideolojik olarak birer komünist olarak şekillendirip, onları inşa süreci için seferber etmesidir.

Juche bakış açısı parti ve onun önderine sonuna kadar sadakati gerektirir. Kuzey Kore’de parti Kore İşçi Partisi, onun önderi ise Kim Jong-il’dir. Kuzey Kore resmi tarihine göre juchenin ilk uygulamalarının izi 1956-61 beş yıllık planında görülebilir. Chollima Hareketi olarak da değerlendirilen bu plan Chongsan-ri metodu ile Taean üretim sisteminin doğuşuna öncü olmuştur. Beş yıllık plan Sovyetler birliği ile Çin arasındaki çatışmadan Kuzey Kore’nin etkilenmemesi için ülkenin ekonomik olarak hızla büyümesine ve ağır sanayileşmesine ağırlık verir. Chollima hareketi Sovyet beş yıllık planlarından esinlenerek merkezi devlet planlamasını esas alır. Kendi kendine yetebilirlik için çok çaba sarfetse de Kuzey Kore diğer ülkelerden ekonomik yardım almıştır. Tarihsel olarak bakıldığında ülke en büyük ekonomik desteği 1991 yılındaki çöküşüne kadar Sovyetler Birliğinden almıştır. Kore Savaşından sonraki dönemde özellikle sosyalist bloktaki kardeş ülkelerden alınan borçlar önemli olmuş 1976 yılına kadar ise Sovyetler Birliğinden sanayi ürünleri tedarik edilmiştir. 1991 yılından sonra sosyalist blok ortadan kalkınca ülke ekonomisi krize düşmüş, kitlesel kıtlığa yol açan sıkıntılar yaşanmıştır. Yıllar süren zor dönemler süresince Çin Halk Cumhuriyeti ülkeye insani yardım olarak yılda 400 milyon dolarlık yardım yapmıştır. Ayrıca ülke nükleer programının barışçıl sonuçlandırılması amacıyla oluşturulan ve Kuzey Kore, Güney Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, ABD ve Rusya Federasyonundan oluşan gruptan yakıt ve teknik yardım almaktadır.


Etiketler: , , , , ,

1929 Dünya İktisadi Bunalımı


1929 Dünya İktisadi Bunalımı

Ekim 1929’da New York borsasının çökmesiyle başlayan Büyük Dünya Bunalımı, tüm dünyada 1933’e değin yoğun bir biçimde yaşanmış, bu tarihten sonra silahlanma yarışına koşut olarak, gelişmiş ülke ekonomileri yavaş yavaş canlanmaya başlamıştır. 20.yy’ın ilk dünya çapındaki bunalımı olan 1929 Bunalımı’nda yalmzca gelişmiş ülkelerde 50 milyon kişi işsiz kalmış, iflaslar, dünya üretim ve ticaretindeki düşüşler o zamana değin görülmemiş boyutlarda olmuştur. Avrupa’da Faşizmin, dünyada Militarizmin yükselişi, Dünya Bunalımı’nın yarattığı koşullarda gerçekleşmiştir.

ABD’de başlayan ve Ekim 1929’da New York borsasının çöküşüyle simgeleştirilen bu bunalımın tohumları "canlanma dönemi” olarak adlandmlan 1924-1929 arasında atılmıştı. I.Dünya Savaşı ’ndan sonra dünya ekonomisindeki iktisadi etkinlikler, ABD ekonomisine ve parasal politikasına bağımlı duruma gelmişti. "Neşeli 1920’ler" olarak anılan dönemde, ABD ekonomisinde, otomobil, elektrikli mallar ve petrol gibi yeni sanayilere yapılan yatmmlar büyük bir canlılık doğurmuş, büyük kâr beklentileri, hisse senetleri alım satımının yoğunlaşmasına ve bunların fiyatlarının hızla yükselmesine yol açarak, aynı zamanda spekülatif yatırım ve alım satımları çok çekici bir alan durumuna getirmişti.

Bu dönemde ilk bunalım belirtileri tarımsal üretim alanında görülmeye başlandı. I.Dünya Savaşı nedeniyle tüm ülkeler tarımsal üretim kapasitelerini artırmışlardı. Savaştan sonra, talebe göre bir dünya tarımsal üretim fazlasının ortaya çıkmasıyla birlikte 1920’lerin ortalarından başlayarak tanm ürünleri fiyatları düşmeye başladı. Hem gelişmiş, hem de gerikalmış ülkelerin tarım kesimlerindeki üreticilerin gelirlerindeki düşüş, bunların sanayi kesiminin mallanna olan talebini de düşürdü. Dünya üretim kapasitesi ve üretimi artmıştı, ancak bu fazla üretim, tarımsal bunalım, yüksek gümrük duvarları, adaletsiz gelir dağılımı ve özellikle ABD’nin güttüğü parasal politika nedeniyle, dünya çapında satılamıyor, tüketilemiyordu.

ABD ağır tazminatlar ödemek durumunda kalan yenik devletlere, 1924 Dawes Planı’yla büyük krediler açmaya başlayınca başta Almanya olmak üzere, bu ülkeler üretimlerini artırıp, tazminat ve borçlanm ABD’ye mal olarak ödemek istediklerinde, ABD kendi pazarını korumak amacıyla buna yanaşmadı. Dolayısıyla yeterince ihracat yapamayan yenik devletler borçlarını ödeyemez duruma geldiler.

19.yy’da İngiltere’nin dünya ekonomisinde oynadığı rolü, I.Dünya Savaşı’ndan sonra üstlenen ABD, İngiltere’nin güttüğü parasal politikadan farklı olarak, hem dünya ülkelerine kredi açıyor, hem de ihracat fazlası politikası güderek, diğer ülkelerin ABD’ye olan borçlarını ödemesini olanaksız kılıyordu. 1928’de ABD' nin Avrupa’ya açtığı kredilerin kesintiye uğraması ve geri çekilmeye başlanmasıyla birlikte, ekonomileri büyük ölçüde bu kredilere dayanan Avrupa ülkelerinin ekonomileri bunaltma girmeye başladı. Bunun üstüne ABD’deki 1929 Bunalımı da eklenince, tüm dünya ülkelerinde doğrudan ABD ekonomisine ve iktisat politikalarına bağlı olarak bunalım daha da derinleşti.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , , ,

Narodnizm Nedir ?

Narodnizm kavramı en geniş kapsamıyla, 19.yy’ın ikinci yarısında Çarlık Rusyası ’mn köktenci aydınları arasında gelişen bir tür sosyalizmi anlatır. Herzen* ile Çernişevski ’nin önderlik ettikleri bu akım, esas olarak Mir adı verilen ve ilkel komünizmin izlerini taşıyan köy örgütünden hareketle, özel mülkiyet düzeninin kurulmasını beklemeden doğrudan doğruya sosyalizmin kurulabileceğini savunmuştur. Obscina da denilen bu köy toplulukları, kendi kendilerini yönetiyor, vergi topluyor ve işlenmek üzere belirli sürelerle toprağı köylüler arasında dağıtıyorlardı. Köylülerin topluluktan ayrılmaya haklan yoktu. 1905 ve 1917 devrinden arasında, Çarlık içişleri Bakanı ve Başbakanı Stolypin ’in gerçekleştirdiği reformlardan biri, tarımsal gelişmeyi engelleyen bu sistemi kaldırmak, köylülere Mir’den ayrılıp bağımsız çiftlikler kurma hakkını tanımak oldu. On yılda, 2 milyondan fazla köylü ailesi (toplamın sekizde biri) Köylü Arazi Bankası aracılığıyla kendilerine toprak satın alıp, Sibirya ve Orta Asya’ya kolonici olarak gittiler. Böylelikle, Narodnikler’ in önemsedikleri kurumsal temel büyük değişikliğe uğradı.

19.yy’nin ikinci yarısındaki Narodnizm, kabaca iki evreye ayrılabilir: ilk otuz yılda Devrimci Halkçılık ağır basmış, daha sonraki yirmi yılın Halkçılığı ise Liberal olmuştur. Narodnikler 20.yy ’ın başında Sosyalist Devrimciler Partisi’nde toplanınca, bu iki eğilim birleşmiş, fakat daha sonraki yıllarda yine ayrılarak, partinin sağ ve sol kanatları olmuştur.

1870’ler Devrimci Halkçılığın doruk noktasıdır. Bu dönemde, binden fazla öğrenci, üniversite öğrenimlerini bırakarak düşüncelerini yaymak için köylere, halka (Halk’a Doğru: Narodniçest-vo) gitmişlerdir. Bunların büyük çoğunluğu (Bakunin gibi), köylülerin hemen devlete ve toprak sahiplerine başkaldırmaya hazır olduklarına inanıyorlardı; bazılarıysa (Lavrov gibi), önce köylü önderlerinin yetiştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu hareketin Zemlya i Volya (Toprak ve Özgürlük) adlı bir yeraltı örgütü vardı. 1870’lerin sonunda, bunun yerine iki ayrı örgüt kuruldu, darbe yoluyla hemen başa geçmek isteyen Narodnaya Volya (Halkın İradesi veya Özgürlüğü) ve daha ılımlı davranan Bakuninci Çyornıy Peredel (Kara Değişiklik). ilk grubun Çar II.Aleksandr’ı öldürmesi üzerine, polis bu örgütleri dağıtınca, 1880’lerde Mihailovski’nin önderliğinde özgürlükçü, hümanist ve evrimci bir halkçılık akımı gelişti. Bu Liberal Narodnizm, yerel yönetim örgütlerinde ve köylerde başarılı çalışmalar yaptı, ilk Rus Marxistleri, hep Narodnizm’den gelmişlerdir. Örneğin,Plekhanov, Çyornıy Peredel’in önderlerindendi. Ağabeyi, 1887yılında Çar III. Aleksandr’a karşı Narodnikler’in düzenledikleri suikast girişimine katıldığı için asılan Lenin de, Tkaçevci Narodnaya Volya geleneğinden etkilenmiştir.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , ,

Amerika Kıtasında İspanyol Sömürgeleri

Amerika Kıtasında İspanyol Sömürgeleri

Amerika kıtasında Ispanya ve Portekiz’in sömürge elde etmeleri 16.yy’daki coğrafi keşiflerden sonra başladı. 15.yy’da Amerika kıtasında farklı kültürlere sahip binden fazla bağımsız toplum yaşıyordu. Orta Amerika ve Andlar’da yaşayan Aztekler ve İnkalar çok ileri bir uygarlık düzeyine sahiptiler. Amerika kıtasının keşfiyle birlikte ticaret ve yağmacılık iç içe gelişmeye başladı, ispanyollar Afrika’nın insanını köle olarak Amerika’ya götürüyor, köle ve yerli işgücü kullanılarak çıkarılan değerli madenler de Avrupa’ya getiriliyordu. 16-19.yy arasında 90 milyon Afrikalı, köle olarak Amerika’ya sevkedilmiş, bunlardan ancak 15 milyonu sağ olarak kıtaya ulaşabilmişti. Köle ve değerli maden ticaretinin özellikle 15.yy ve 16.yy sömürge ticaretinde olağanüstü bir ağırlığı vardı, ispanyollar, 1510’dan sonra kıtaya yerleşmeye başladılar. Orta Amerika’daki ilk yerleşim merkezlerinden sonra güneye ve kuzeye doğru yayıldılar. Yerli nüfusun en önemli yerleşim merkezi olan Meksika ve Peru, Ispanyol Ameri-kası ’mn da en önemli merkezi durumuna geldi. 1535’te Meksika’da ilk genel valilik yönetimi kuruldu.

1540’larda Meksika ve Peru’da çok zengin gümüş madenleri, aynı yıllarda Şili ve Yeni Granada’da (bugün Kolombiya) altın bulundu. Değerli cevherler Creoleler (sömürgelerde doğmuş ikinci kuşak ispanyollar) içinde küçük bir azınlığa büyük servetler kazandırdı. 16.yy’m sonuna doğru kıtada yetişen ticari tarımsal ürünün büyük bir bölümü haciendalarda (çok büyük tarım alanları) üretilmeye başlandı. Geri teknolojiyle, çok ucuz ve bol işgücüyle, kıtadaki gıda tüketimine yönelik olarak buğday ve mısırın yanı sıra Avrupa’ya satmak üzere şeker, kakao, kahve, tütün üretiliyor ve derisi için hayvan yetiştiriliyordu. 1700’de Bourbon hanedanının tahta geçmesiyle hem Ispanya’da, hem
de sömürgelerde idari ve iktisadi bazı reformlar yapıldı. Bugünkü Ekvador, Kolombiya ve Venezuela’yı kapsayan Kuzey And bölgesiyle Peru yönetimsel olarak birbirinden ayrıldı. Yeni Granada adlı yeni bir valilik kuruldu. 1765’te sömürgelerle ticareti geliştirmek için Cadiz ve Seville’in yanı sıra 7 liman daha açıldı. 1798’e gelindiğinde serbest ticaret yasasıyla Amerika kıtasındaki limanlarla Ispanya limanları karşılıklı ticarete açılmıştı. Ancak Bourbonlar sömürgelerden elde ettikleri büyük miktarlarda değerli madenleri sürüp giden savaşlarının harcamalarını karşılamak için kullanırken sanayileşmenin hız kazandığı Ingiltere ve Hollanda sömürgelerden gelen ucuz hammaddeleri sanayilerinde kullanıyor, mamul maddeleri de sömürge pazarlarında satıyordu.

Bourbon reformları ve Avrupa’nın sömürgelerde yetişen ürünlere artan talebi, büyük toprak sahibi Creoleler’in mali açıdan güçlenmelerine yol açtı. Şeker, kahve, tütün ve diğer maddelerin üretimi hızla arttı. Deri talebini karşılayabilmek için hayvancılık yapılan Rio de la Plata’da geniş tarımsal alanlar küçük bir azınlığın elinde toplandı ve meralara dönüştürüldü, iktisadi gücü artan Creoleler hükümette ve kilisede de yönetimi ellerine almak istediler. Bu Ispanya ile sömürgeleri arasındaki önemli çelişkilerden biriydi.

Amerika kıtasında bağımsızlık hareketlerine hız veren bir diğer etken de Napoleon ’un Iberik Yarımadası’nı işgali sonucu Ispanya ve Portekiz’ in sömürgeleriyle olan bağlarının zayıflamasıydı. 19.yy’ın başında Güney’de San Martin’in öncülüğünde Rio de la Plata’mn başkenti Buenos Aires'den Kuzey’de ise Bolivar’ın öncülüğünde Venezuela’dan başlayan bağımsızlık hareketi başarıya ulaştı ve 1826’da Orta ve Güney Amerika’da Ispanyol sömürgesi kalmadı.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , ,

Siyonizm Nedir ?

Siyonizm


Antik Kudüs kentinde Siyon tepesindeki ilk Musevi tapınağının IÖ 586’da Babilliler’ce yakılmasından sonra buradan sürülen Yahudiler arasında bir Mesih’in onları yeniden Siyon’a götüreceği inancı yerleşmiştir. Zamanla Siyon Kudüs kentiyle eşanlamlı olarak kullanılmaya başlanmış, nihai amacı Yahudiler’in Filistin’e yerleşmesi olan dini ya da siyasi akımların tümü de Siyonizm olarak adlandırılmıştır.

Yahudi sorununun ortaya çıkmasının temel nedeni olarak Yahudiler’in yaşadıkları ülkelerde varlığım sürdüren Anti-Semitizm (Yahudi aleyhtarlığı) gösterilmektedir. Hıristiyanlar İsa’ nın çarmıha gerilmesine Yahudiler’in neden olduğunu düşündüklerinden 19. yy’a değin Anti-Semitizm’in temel nedeni dinseldir. 19. yy sonuna doğru Aydınlanma Dönemi’nin etkisiyle Yahudiler’e yurttaşlık hakkı verilmesinden sonra onların siyasi ve iktisadi alanda etkin olmalarıyla birlikte Anti-Semitizm’in de niteliği değişmiş, özellikle bankacılık kesiminde büyük bir paya sahip olan Yahudiler’e karşı iktisadi durumları bozulan orta sınıfların tepkisi niteliğine bürünmüştür.

Yahudi aleyhtarlığına karşı Yahudiler’in geliştirdiği ilk önemli düşünce akımı 18. yy sonunda Reform Musevilik ’i olarak adlandırılan Haskala hareketidir. Bu akımın öncüleri Yahudiler’i dini ve ahlaki olarak ortak özellikler taşıyan bir topluluk olarak görmüş, kurtuluşlarının içinde bulundukları topluma kaynaşmakla gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşün tersine Yahudiler’in din birliğinin yanı sıra ulus özellikleri taşıdıklarını ileri süren ve ancak ayn bir devlet kurarak kurtulabileceklerini savunanların en önemlileri Moses Hess, Leib Pinsker (1821-1891) ve Theodor Herzl’dir.

Pinsker bir Yahudi devletinin kurulabilmesi için önce Yahudiler’in Filistin’e yerleşmeye başlamalarının gerektiğini savunur. Onun çağrısıyla Filistin’de kolonizasyonu desteklemek amacıyla Avrupa’nın birçok yerinde Siyon Âşıkları (Hoveve Ziyon) adıyla anılan demekler kurulmuştur. Herzl ise kolonizasyorıa başlamadan önce bir Yahudi devleti kurulması konusunda büyük devletlerin desteğinin sağlanması gerektiğini düşünür ve diplomatik ilişkilere öncelik tanır. Herzl’in Siyonizm’i örgütlü bir siyasi güç haline dönüştürmesiyle Siyonist hareket bir dönüm noktasına gelmiş, İsrail Devleti’ nin kurulması yolundaki süreç hız kazanmıştır. Siyonizm, İsrail’in kuruluşundan sonra bir zamanlar kutsal Yahudi Devleti’nin egemenliğindeki Nil’den Fırat’a kadar uzanan tüm topraklan ele geçirmeye yönelik yayılmacı bir ideolojiye dönüşmüştür. Yahudiler’in Avrupa ülkelerinde aşağılanmalanna son vermek için örgütlenen Siyonistler, kendilerine ait bir devlet kurduktan sonra Araplar’m bölgedeki haklannı hiçe saymış, onlan topraklanndan kovmak için kitle katliamlanna girişmişlerdir. 20. yy’ın ikinci yansında aşın milliyetçilik ve saldırganlık Siyonizm’in en belirgin özellikleri olmuştur.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , ,

Fransız İşçi Hareketi

Fransız İşçi Hareketi

Fransız işçi hareketi ilk kez 1848 Devrimi’nde etkin bir güç olarak ortaya çıkmıştır. 1848 Devrimi’nin bastırılmasından sonra Fransız işçilerinin devletin denetimindeki sendikalarda kısmi örgütlenmesine izin verildi. 1870 sonrasında işçi hareketi başlıca Saint-Simon, Fourier, Cabet ve Proudhon gibi kuramcıların etkisindeydi. Bunlar işçilerin bağımsız bir siyasi örgütü olmasına karşıydılar. Paris Komünü sırasında Marx’ın düşünceleri Fransa’da yaygın olarak bilinmiyordu. Komünde Proudhoncular ve aktif azınlık kuramlarıyla şiddet yöntemlerini savunan Blanquiciler’in etkisi büyüktü.

Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra 1876’da toplanan Paris Kongresi kooperatifçilik ilkelerine dayanan bir programı benimsedi. 1879 Marsilya Kongresi’nde ise ilk kezMarxist bir programı olan bir işçi partisinin kurulmasının gerektiği saptandı. 1880’lerde affa uğrayan Komün önderlerinin serbest bırakılmasıyla sosyalist hareket içindeki bölünmeler yeniden hız kazandı. Sosyalistler’in 1880 seçim yenilgisinden sonra 1882’de ikiye ayrılan partinin sol kanadının önderleri olan Guesde, Lafargue ve Deville bir yandan Proudhoncular’a ve Anarşistler'e karşı mücadele ederken, diğer yandan özellikle kuzey ve orta Fransa’nın madencilikle uğraşan bölgelerinde ve sendikalarda etkilerini artırdılar. 1893’e gelindiğinde parlamentoya 50 sosyalist milletvekili girmesine karşın, Fransız işçi hareketinin bölünmüşlüğü buraya da yansımıştı. 1905’te tüm sosyalist gruplar sağlam ilkesel birlikten yoksun olarak, Sosyalist Parti’de (SFIO-İşçi Enternasyonali “II.Enternasyonal” Fransa Şubesi) birleşti.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Etiketler: , , , , ,

25 Ekim 2018 Perşembe

Gizlilik Politikası

Reklam Politakası
Web sitemizi ziyaret ettiğiniz zamanlarda reklam hizmeti vermek için üçüncü taraf reklam şirketlerini kullanmaktayız.
Söz konusu şirketler, bu sitelere ve diğer web sitelerine yaptığınız ziyaretlerden elde ettikleri  bilgileri ilginizi çekecek ürün ve hizmetlerin reklamını size göstermek 
için kullanabilir. 
Kullanıcılar, Google reklam ve içerik ağı gizlilik politikasını ziyaret ederek DART çerezinin kullanılmasını engelleyebilir.

DUSUNCETARİHİ.CF, Google Adsense reklam sistemi kullanmaktadır. Bu sistem Google tarafından İçerik için AdSense reklamlarının görüntülendiği yayıncı web sitelerinde sunulan reklamlarda kullanılan DoubleClick DART çerezi içerir. 
Üçüncü taraf satıcı olarak Google, sitemizde reklam yayınlamak için çerezlerden yararlanır. Bu çerezlerini kullanarak kullanıcılarımıza, sitemize ve İnternet'teki diğer sitelere yaptıkları ziyaretlere dayalı reklamlar sunar.
 

18 Ekim 2018 Perşembe

Tarih Öncesi Türler Arası Çiftleşmeler Bize Ne Kattı?

Tarih öncesi insan türlerinin çiftleşmeleri konusu gün geçtikçe ilginçleşmeye devam ediyor. En son bulunan 1. nesil Neandertal-Denisovan melezi, bize bu alanın ne kadar yeni olduğunu ve antik DNA çalışmalarıyla öğrenebileceğimiz daha birçok şeyin bizi beklediğini gösterdi.
Modern insanların da hem Neandertallerle, hem de Denisovanlarla çiftleşmiş olduklarını, bu türlere ait genleri hala taşıyor olduklarını biliyoruz. Hatta 2017 yılında yapılan bir çalışma Sahra altı Afrikalılarının da henüz belirlenemeyen bir insan türüyle çiftleşmiş olduğuna dair kanıtlar sunuyor (en yakın aday ise Homo naledi).
Peki bu genlerin bizlere yararı oldu mu?
Son çalışmalar gösteriyor ki, türler arası çiftleşme evrim için çok önemli bir rol oynuyor ve evrimin gerçekleşmesinin en önemli koşullarından biri olan çeşitliliğin sağlanması açısından avantaj sağlıyor. Daha fazla çeşitliliğe sahip popülasyonların çevreye adapte olma olasılıkları da artmış oluyor. Tarih öncesi Avrasyalılar (daha sonra dünyanın kalan bölgelerine yayılan insanların ataları) için yaşanan aslında tam olarak bu.
Neandertallerden ve Denisovanlardan miras aldığımız birçok genin aslında, Afrika'dan çıkış sonrası tamamiyle yabancı olduğumuz yeni çevreye adaptasyonda yararlı olduğunu keşfediyoruz -ve aynı zamanda zararlı olanların da elendiğini.
2016 yılında yapılan bir çalışma arkaik insan türlerinden bize kalan genler üzerinde negatif ve pozitif seçilim izlerine rastlandığını, bazı genlerin ise lokal adaptasyonlarla ilgili olduğunu gösterdi.
Denisovanlardan bize geçen genler, henüz Neandertallerden geçenler kadar iyi araştırılmamış olsa da, 2014 yılında Huerta-Sánchez önderliğinde yapılan bir çalışma Tibetlilerin deniz seviyesinden oldukça yüksek olan bölgelerde yaşamaya adaptasyonlarının, Denisovanlardan miras kalan genlerin de yardımıyla olduğunu gösteriyor. Ayrıca 2015 yılında yapılan bir diğer araştırma, Denisovan genlerinin patojenlere karşı savunmaya yardımcı olduğunu gösteriyor.
Denisovanlar hakkında hala çok kapsamlı bilgiye sahip değiliz. Ama bu tarih öncesi insan türüne dair bilgilerimiz hızla artıyor!
Neandertallere gelirsek, bu tarih öncesi insan türünden miras kalan genlerin, modern insan genomlarında rastgele bir şekilde dağılmadığını, bazı bölgelerde sık, bazı bölgelerde daha az olduğunu görüyoruz. Sriram Sankararaman (2014) önderliğinde yapılan çalışma Neandertal genlerinin de negatif ve pozitif seçilim baskısı altında olduğunu gösteriyor. Pozitif seçilim baskısına uğrayan genler ise Afrika dışındaki ortama adaptasyon açısından atalarımıza yarar sağlamış gibi görünüyor.
Hélène Quach (2016) ve Matthieu Deschamps (2016) önderliğindeki ekiplerce yapılan çalışmalar, modern insanlardaki Neandertal gen varyantlarının hem patojenlere karşı savunma hem de immün cevap (ya da bağışıklık yanıtı) ile ilgili olduğunu ortaya koydu.
Peki hem Denisovan, hem de Neandertal gen varyantlarından, patojenlere karşı savunma ve bağışıklık sistemiyle ilgili olanların yoğun seçilimi ne anlama geliyor?
Kısaca, yeni ortam, yeni bir çevre; yepyeni ve daha önce hiç karşılaşılmamış birçok hastalık da demek. Belki modern insanların genetik çeşitliliği de bu tür adaptasyonların gerçekleşmesini sağlayabilirdi, fakat gene de oldukça büyük kayıplara, ve bu adaptasyonların gerçekleşmemesi durumunda ise Afrika dışına çıkan insanların tamamen soylarının tükenmesine bile yol açabilirdi. Fakat antik insan türleriyle, daha önceden bu hastalıkları görmüş, yaşamış ve adapte olmuş popülasyonların bireyleriyle çiftleşerek bu genleri elde etmek, belki de modern insanın tarihindeki en önemli olaylardan sayılabilir.
Bağışıklık sistemi dışında da birçok işlevi bilinen Neandertal gen varyantlarına sahibiz, bunlardan bazıları lipit katabolizması, saç ve deri rengi, boy uzunluğu, uyuma düzeni gibi özelliklerle ilgili. Bunun yanında işlevini bilmediğimiz de birçok gene sahibiz.
Bilim insanları henüz işlevlerini bilmediğimiz genler üzerindeki seçilim baskılarını da genomlara bakarak tespit edebiliyorlar. Ivan Juric (2016) önderliğinde yapılan çalışma, özellikle bazı Neandertal genlerinin oldukça güçlü negatif seçilim baskısı altında olduklarını ve modern insan genomlarından bir nevi atılma eğiliminde olduklarını gösteriyor. Bu da aslında negatif seçilimle miktarda azalma olmasa daha fazla Neandertal genine sahip olabileceğimizi düşündürüyor.
Sonuç olarak, atalarımızın tarih öncesi insan türleriyle çiftleşmiş olması, bizi şekillendirmiş ve yeni çevrelere adapte olmamızı sağlamıştır.
Antik DNA çalışmalarının belki de en önemli zamanlarını yaşıyoruz ve ileride bu konuda öğrenecek çok fazla şeyimiz var. Oldukça heyecan verici!

Kaynaklar ve İleri Okuma:

  • Ana Görsel Kaynağı: Nature News
  • Xu D., et al. (2017). Archaic Hominin Introgression in Africa Contributes to Functional Salivary MUC7 Genetic Variation.. Molecular Biology and Evolution.
  • Vernot B., et al. (2016). Excavating Neandertal and Denisovan DNA from the genomes of Melanesian individuals.. Science.
  • Huerta-Sánchez, E., et al. (2014). Altitude adaptation in Tibetans caused by introgression of Denisovan-like DNA. Nature.
  • Racimo, F., et al. (2015). Evidence for archaic adaptive introgression in humans. Nature Reviews Genetics.
  • Sriram Sankararaman, et al. (2014). The genomic landscape of Neanderthal ancestry in present-day humans. Nature.
  • Hélène Quach , et al. (2016). Genetic Adaptation and Neandertal Admixture Shaped the Immune System of Human Populations. Cell.
  • Matthieu Deschamps, et al. (2016). Genomic Signatures of Selective Pressures and Introgression from Archaic Hominins at Human Innate Immunity Genes. Cell.
  • Ivan Juric , et al. (2016). The Strength of Selection against Neanderthal Introgression. PLOS Genetics.

Etiketler: , , , ,

Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi

160 yıl önce bugün, henüz adlarını kendi küçük gizli örgütleri "Komünistler Birliği" üyeleri dışında kimsenin bilmediği iki Alman devrimcisinin kaleme aldığı modern komünizmin ilk manifestosu yayınlanmıştı:  Komünist Manifesto. Aradan geçen birbuçuk yüzyılı aşkın zamana karşın Karl Marx ve Friedrich Engels'in "zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayan" bütün ülkelerin işçilerini "koca bir dünyayı kazanmaya" çağıran bildirgeleri, insanlığın neden kapitalizme karşı ayağa kalkmaksızın edemeyeceğini bugün de en inandırıcı bir biçimde açıklamaya devam edebilen, daha mükemmeli henüz kaleme alınmamış bir dünya çapında devrim çağrısı olarak değerini koruyor, hatta belki de kapitalist küreselleşme çağında asıl değerine kavuşuyor.
Francis Fukuyama'nın Marx'a yönelik bir istihzayla "Tarihin Sonu..."nu ilan etmesinden sadece yedi yıl sonra BBC'nin yaptığı online anket dünyada "binyılın en büyük düşünürü"nün Karl Marx olarak görüldüğünü ortaya koymuştu. 
Manifesto'nun 1848 Devrimleri deneyimi ışığında Marx ve Engels tarafından yorumlanışına ilişkin aşağıdaki makale 1987'de Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde yayınlanmıştı. Manifesto'yu 160. yılında anımsama ve tartışmaya katkısı olsun diye yeniden yayınlamak istedim.

Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi  

Karl Marx, 1848 Devrimleri'nin başarılı bir proleter devrimine dönüşmesine ilişkin sonuncu umudunun da Fransa'da III. Napoléon'un darbesi ile yıkılmasının ardından giriştiği bir genel muhasebe olan Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i'nde şunları yazmıştı:
"İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlııyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker ve onlar kendileriyle birlikte kendi dışlarındaki dünyayı bir başka biçime dönüştürmekle, yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründükleri zaman bile, özellikle devrimci bunalım dönemlerinde, korkuyla geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar...
"...Proletarya devrimleri, 19. yüzyıl devrimleri olarak durmaksızın kendilerini eleştirir, ilerleyişleri boyunca kendi gelişmelerini sürekli yarıda keser, tamamlanmış olana geri dönerek onu tazelemek ve canlandırmak için ilk girişimlerinin kararsızlık, zaaf ve zavallılığını acımak-sızın didik didik ederler... kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında her türlü geri çekilişi artık olanaksız kılıncaya kadar her seferinde yeniden gerilerler ve sonunda bizzat koşullar kendilerine haykırır: 'Hic Rhodus, hic salta!'"
Marx'ın burada yaptığı dökümün yalnızca 1848 Devrimleri'nin bir genel muhasebesiyle ilişkili olmadığını; "kendisini eleştiren devrim" metaforu ile kastedilenin, aslında, Engels'le birlikte kendisinin, 1848 Devrimleri'nin gidişat ve sonucuna ilişkin öngörüleriyle, bu devrim süreci içindeki pratiklerinin bir eleştirisi olduğunu düşünmek mümkün görünüyor.

Örneğin, "ölü kuşakların bütün geleneğinin olanca ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çökmesi"nin, yalnızca, Paris'te, Viyana'da, Berlin'de ayaklanan kitlelerin 1789 ve 1830'da olduğu gibi, başlarında burjuvazilerilyle bir devrim yapabileceklerine dair hayallerinin edebi bir anlatımı olduğunu düşünmekle yetinilebilir mi? Bu gözlemin, en az bu kitlelerin hayalleri kadar, Marx ve Engelsin 1848 Devrimleri'nin gidişatının her evresinde yıkıma uğratılan beklentileri için de doğru olduğunu, Engels'in kendisi, Marx'ın "Fransa'da Sınıf Mücadeleleri'ne 1895'te yazdığı, "Giriş"te şöyle dile getirmişti:
"Şubat devrimi patlak verdiği zaman hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özellikle de Fransız deneyiminin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti bu sefer de, 1789'dan bu yana tüm Avrupa'nın tarihine hükmetmiş olan Fransa'dan gelmemiş miydi? Bu yüzden Şubat 1848'de Paris'te ilan edilen 'toplumsal' devrimin, proletarya devriminin, nitelik ve gidişatı hakkındaki fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması, aşikar olduğu kadar kaçınılmaz bir şeydi de."
Aynı şekilde, "kendilerini eleştiren... ilk girişimlerinin kararsızlık zaaf ve zavallılığını acımaksızın didik didik edenler", herhalde, Engels'in, "henüz, zaferden sonra izlenecek yol hakkında kesinlikle hiçbir fikirleri bulunmadığını]", "kendi ihtiyaçlarının ne olduğunu idrak edeme[diğini], bunları ancak belirsiz bir duygu halinde hissettiğini]” yazdığı (Fransa'da Sınıf Mücadeleleri) Paris ve Berlin proletaryası olamazdı. Bu eleştiri pratiğinin öznesinin, Manifesto'da " hareket hattını, koşulları, ve proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını açıkça kavrama üstünlüğüne sahip" olduğunu yazdıkları komünistler, yani en başta Marx ve Engels olduğunu düşünmek hem mantığa hem tarihsel gerçeğe uygun düşer.

1848 Devrimleri'nin bir genel bilançosu, Marx ve Engels'in faaliyetlerinin değerlendirilmesi bakımından paradoksal sonuçlar verir. Kesin olan iki şeyden sözedilebilir: Marx ve Engels, "proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını” gerçekten de herkesten iyi kavradıklarını, Manifesto'da kanıtlamışlardı; ancak “1848 Devrimleri”, bunun pratikte doğrulanması için pek fazla kanıt sunmadı, Manifesto'da öngörülenin tersine, kapitalizmin gelişmesi 1848'den sonra daha da hızlandı. Manifesto'da sergilenen, kapitalist toplumun yerini bir devrimle komünist topluma bırakmasının diyalektiği, 1848 Devrimleri’nden sonra da, henüz sadece bir teorik hakikatti. Kapitalizm, yıkılacağına dair hiçbir pratik işaret vermiş değildi. Almanya ve Polonya'daki devrimin "hareket hattını ve koşulları"nı ise, doğru tespit edememişlerdi. 1848 Devrimi, Engels'in deyişiyle "onları ve onlar gibi düşünenleri" haksız çıkardı.


Manifesto'dan, Talepler'e

"Proleter hareketinin nihai genel sonuçları"na ilişkin görüş, Komünist Parti Manifestosu'nda dile getirilmişti. "Avrupa'da bir hayalet kol geziyor, komünizm hayaleti", cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metnin "Burjuvalar ve Proleterler" başlığını taşıyan birinci bölümü, maddeci tarih anlayışının bakış açısıyla dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin gelişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren "tahammül edilmez" koşulları açıklar.

"Proleterler ve Komünistler" başlığını taşıyan ikinci bölüm, komünistlerin, devlet, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programını, bir sosyalist programı ortaya koyar.

"Sosyalist ve Komünist Literatür" başlığını taşıyan üçüncü bölüm, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler arasındaki karşıtlıkları dile getirir.

"Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu" başlıklı dördüncü bölümde de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder.

Marx, 1848 Devrimleri'nden çıkarken, Manifestonun dördüncü bölümünü, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu darbeler altında biçimlendirecekti.

Manifesto'nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels'in zihinlerinin gerisinde kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı. Sonuncu bölümü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya'yı bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, gene de doğrudan eyleme girişebilecekleri tek ülkenin Almanya'dan başkası olamayacağı düşünülürse, Manifesto'nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır.

Komünist Partisi'nin Almanya'daki Talepleri

Komünist Manifesfo'nun taktik planının ayrıntılı bir reprodüksiyonu olan "Talepler" metni, Marx ve Engels'in Almanya'da yaklaşmakta olan devrimin karakteri hakkındaki görüşlerinin temel belgesidir. Bu taktik plan, bir burjuva devriminde proletaryanın en uç muhalefet partisi olarak kapitalizm çerçevesindeki taleplerinin bir formülasyonunu içerir. "Talepler"in en çarpıcı yönü, Manifesto'da bir burjuva devrimini, proleter devrimine bağlayacak halka olarak kaydedilen "mülkiyet sorunu"-nun herhangi bir biçimde dile gelmemiş olmasıdır. Manifesto da komünistlerin devrimci demokratik hareketler içinde "o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun başlıca sorun olarak mülkiyet sorununu öne çıkarmaları"nın gerekliliği özellikle vurgulanmış olduğu halde, "Talepler"de hiçbir biçimde bireysel özel mülkiyet ile toplumsal mülkiyet arasındaki çatışmanın sözünün edilmediği görülür. Öne çıkartılan sorun, Almanya'nın bir demokratik cumhuriyet altında birleştirilmesi ve feodal ilişkilere son verilmesidir.

Bütün bunlar, Marx'ın Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş'te yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa daha da çarpıcı hale gelir. Marx, bu metninde, Almanya için hiçbir burjuva kurtuluş programı olamayacağını şöyle kaydetmişti:
"Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya'da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya'da Ortaçağ'dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür."
Oysa "Talepler"de kısmi kurtuluş'un, yani burjuva devriminin, nihai kurtuluş'un, yani proleter devriminin ön şartı halinde ele alındığı görülür.

Bütün bunlara karşılık, çelişik gibi görünen bu belirlemeler arasında bir iç bağlantının bulunduğunu söylemek mümkün. Üzerinde durulması gereken birinci nokta, tarihsel tecrübeyle ilgilidir. Bir proleter devriminin imkânları üzerindeki bütün teorik spekülasyonlara rağmen, 1848 Devrimleri patlak verene kadar dünya tarihinde bağımsız bir proleter devrimi gerçekleşmiş değildi ve Engels'in yukarıda atıfta bulunulan pasajında dile getirildiği gibi, elde bulunan yegane model, burjuva devrimlerine ilişkindi.

Bu tecrübeye dayalı varsayım şuydu: Bu azınlık devrimleri, mantıki sonuçlarına ulaşmak için hamle yaptıklarında bir tutucu ve bir radikal kanada bölünürler; radikal kanat, son bir çırpınışla, yüzünü pleblere döner, onların taleplerinin sözcüsü haline gelerek yeni güçler derlemeye çalışırdı. İlk tarihsel eylemi, mutlakiyetçi rejimleri devirmek olan ve bu yüzden burjuvaziyi siyasal sahnenin merkezine doğru sürüklemesi beklenen 1848 Devrimlerinde de, devrim mekanizması aynı şekilde çalışacak olursa, burjuva kampı eski düzenle çatışması sırasında bu şekilde bölündüğünde, Almanya'da 17. yüzyıl İngilteresi'ne ve 18. yüzyıl Fransası'na göre çok daha gelişmiş olan proletarya, "Avrupa uygarlığının çok daha ileri koşullarında", küçük burjuvazi ve köylülerin başına geçerek radikal kanada düşen rolü oynayabilirdi. Sonuç olarak, yeni imkânlar ancak eski model içinde tasarlanabiliyordu. Yeni bir model, ancak yeni bir tecrübeden çıkabilirdi. Bunun için ise, proletaryanın bağımsız eylemiyle tarih sahnesinde yerini alması gerekliydi. Dolayısıyla, modelin zaafının mantıksal değil, tarihsel olduğu söylenebilir.

İkinci nokta, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden doğan kendine özgü özelliklerdir. Almanya, uluslarası ticaretten beslenen bir ticaret burjuvazisi ve mali burjuvaziye sahip olmadığı halde, özellikle Ren ve Saksonya bölgelerinde yeni mekanize sanayi teknolojisi temeli üzerinde bir sanayi burjuvazisi gelişmişti. Proletaryanın, Marx'ın tabiriyle "doksan dokuz parçaya bölünmüş" olan Almanya'da merkezî bir güç haline gelebilmesi ve ulusal ölçekte bir nüfuz edinebilmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu sanayi burjuvazisinin feodal rejime karşı talepleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Proletaryanın gerçek bir toplumsal güç oluşturabilmesi, sanayinin gelişmesini, sanayinin gelişmesi ise monarşik rejimin parçalanmasını gerektiriyordu.

1848 Devrimleri'nin gidişatı, Marx ve Engels'in bu varsayımlara dayalı taktik çizgilerini sonuçsuz bıraktı. Fransa'daki Haziran Ayaklanması, Avrupa tarihinde ilk kez bir proleter devriminin pratik bir imkân haline geldiğini gösterir göstermez, Alman burjuvazisinin proletaryadan duyduğu içgüdüsel korku, dolaysız bir siyasal davranışı geliştirdi. Daha en baştan monarşi ile uzlaşma kapılarını açık tutmayı benimsemiş olan Alman burjuvazisi, kendisini gericiliğin, militarizmin ve despotluğun kollarına attı. Neue Rheinische Zeitung'da Aralık 1848 de yayınlanan Marx'ın şu satırları, eski taktiğin sonunun geldiğinin de ilanıydı.:
"Prusya burjuvazisi, eski toplumun temsilcileri olan monarşi ve soylular karşısında bütün modern toplumu temsil eden 1789'un Fransız burjuvazisine benzemiyordu. Bir tür zümre konumuna düşmüş...daha en baştan halka karşı ihanete meyletmişti...çünkü kendisi zaten eski topluma ait bulunuyordu."
Devrimin bundan sonraki hikayesi biliniyor. Önce Fransa'da, ardından Almanya, Avusturya, Macaristan ve her yerde her milletin "paşaları", kılıçlarını burjuvazinin emrine verdiler, bir proleter devrimi korkusuyla titremekten kurtardıkları burjuvalar da "kılıç hakkı" olarak onlara burjuva toplumunun yekpare siyasal egemenliğini kullanma hakkını bağışladılar. Bütün Avrupa başkentleri proleterlerin kanıyla yıkandı.

Sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü

Modern toplumun iki sınıfının bütün ulusu iki kampa bölerek birbirlerine karşı giriştikleri ilk çatışma olan 1848 Devrimleri, yeni bir maddi tecrübe mirası oluşturdu. Marx ve Engels'in bu tecrübenin üzerinden daha bir yıl geçmeden inanılmaz bir zeka kıvraklığı ile çıkarttıkları sonuçlar, proleter devrimlerinin daha sonraki gelişme yollarınının perspektif ve taktiğini Manifesto'nun nihai genel sonuçlarına ekledi. Bu teorik faaliyetin iki ürünü, -sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü- proleter devrimin politik cephaneliğinin başlıca iki kavramı olarak teorinin ve sosyalist hareketin gelişimi bakımından büyük önem taşıdılar. Sosyalist hareketin tarihinde uğradığı her bölünme, bu iki kavramın çevresinde bir teorik tartışma külliyatının birikmesine yol açtı.

Sürekli devrim taktiği, önceki taktik çizgiden, burjuvaziye hiçbir devrimci rol atfetmemesiyle, öte yandan, eski rejim karşısında anlık olarak devrimci roller oynayabilecekleri varsayılan sınıflarla kesin bir örgütsel ayrım öngörmesiyle ve "bütün az ya da çok mülk sahibi olan sınıfların egemenlik mevkiiinden uzaklaştırılmalarına, proletaryanın devlet iktidarını fethetmesine kadar devrimi sürekli kılmak" görevini gündeme getirmiş olmasıyla ayırdedilir. Marx, bütün Alman Devrimi boyunca Komünistler Birliği'nin "Talepleri" içinde ifade edilmiş olmayan şeyi, Mart 1850 de Merkez Komitesi'nin Tebliği'nde sürekli devrim taktiğinin hedefi kılar:
"Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak".
Sürekli devrim taktiği, hâlâ, burjuva toplumun genel çerçevesi içinde kalabilecek bütün devrimci talepler gerçekleşmeksizin proleterlerin gerçek kurtuluş yoluna giremeyeceklerini öngörmekle birlikte, Alman Devrimi'nin tecrübesinden çıkan en önemli sonuçlardan biri olarak proletaryanın bu devrimde burjuva kurumların yanısıra, bir hareket üssü ve İkinci bir iktidar merkezi olarak yerel egemenlik organları oluşturmalarını öngörür ve modern proleter devrimin örgütlenmesi için de yepyeni bir gerçekleşme modeli sunar.

Marx, 1848 Devrimleri'nin sonuçlarını Fransa'da izlerken sürekli devrim kavramını, yalnızca gecikmiş burjuva devrimlerinin sınıf mevzilendirilmesine ilişkin bir problematik içinde görmediğinin bir açıklamasını da vermiş olur. Marx, ilk kez 1848 Devrimleri'nde kendisini fiilen öteki sosyalizmlerden ayrıştıran proleter sosyalizminin, tarihsel tecrübenin belirlediği niteliklerini Fransa'da Sınıf Mücadeleleri'nde sıralarken şöyle der:
"Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.''
Böylece, Manifesto'da "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya" formülasyonuyla, henüz bu örgütlenmenin somut biçimlerinin tecrübeye dayalı bilgisi ortada bulunmaksızın belirlenmiş olan iktidar uğrağı da tarihsel formülüne kavuşur. Böylelikle, sanki bir kere daha 1844'te, Hegel eleştirisi sırasında elde edilmiş olan teorik pozisyona geri dönülmüş gibidir; bir kere daha Almanya'da "genel kurtuluş, herhangi bir kısmi kurtuluşun sine qua non'u" olarak ilan edilmektedir. Ancak aradaki pratik momentin zengin bilgisinin yarattığı muazzam fark gözönünde tutulduğunda, bunun eski saf teorik pozisyonlara çekiliş olmayıp o teorik konumun sağladığı dayanakla tecrübenin zihinde yeniden üretilmesi ve böylelikle ileriye doğru atılan bir adım olduğu anlaşılır. Marx'in, "yerine getirilmiş gibi görünene geri dönmek"le kast ettiğinin bu olduğu düşünülebilir.

"Eleştiri silahı", teorik bir imkân olarak bir proleter devriminin bilgisini sağlamıştı, "silahların eleştirisi" ise imkânın gerçeğe dönüşme momentinin bilgisinin teoriye kazanılmasını mümkün kıldı. Böylece modern sosyalizm, maddeci tarih anlayışıyla geliştirilmiş siyasal donanımının en elemanter unsurlarını tıpkı kendi bilgisini oluştururken olduğu gibi akıldan değil, tarihten çıkarttı. 1848 Devrimleri, teoride spekülatif olan her şeyi toprağa gömerken, dolaysız tecrübeyi teori katına çıkarmanın tarihsel imkânını sundu.

Marx ve Engels'in 1848 Devrimleri'nin gerçekleşmesine ilişkin yanılgıları bir bakıma teorinin doğruluğunun kanıtları olarak da kabul edilebilir. Marx , "Feuerbach Üzerine Tezler"inin 2.'sinde " ...insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını (Diesseitigkeit) pratikte kanıtlamalıdır", demişti. Ancak bir devrim, Marx'ın devrimin taktik anına ilişkin görüşlerinin hakikatle ilgisini kurabilirdi. Marx ve Engels, tutarlı maddeciler olarak, Almanya'da devrim pratiğinin doğrulamadığı düşüncelerini bir yana bırakmakta duraksamadılar. Aynı şekilde, "silahların eleştirisi'nin ulaştığı bütün sonuçları da teoriye dahil ederek 1848'den çıktıklarında, modern sosyalizm, devrimin bilgisi ve kavramsal araçlarıyla donanmış bulunuyordu. Modern sosyalizmin sonraki bütün tarihi, bu bilginin bütün ülkelerin işçileri tarafından mülk edinilmesi için her somut durumda yeniden uygulanmasının tarihi oldu. Her seferinde öğrenilen, teorinin birçok değişkeni içermekle birlikte bir sabit unsurunun da bulunduğudur- her devrimin bilgisi ancak o devrimin kendisinden elde edilebilir. (EK)

Etiketler: , , , , , , ,

17 Ekim 2018 Çarşamba

Thomas More Kimdir ?

Thomas More
(7 Şubat 1478 - 6 Temmuz 1535) yılları arasında yaşamış İngiliz yazar ve devlet adamı.

7 Şubat 1478'de, Londra'da doğmuştur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More'dur. Eğitim için Oxford Üniversitesi'ne girdi. Oxford'da geçirdiği 2 yılda yazmaya başladı. Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde oldu. Daha sonra Londra'ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1501 yılında avukat oldu. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda manastır yaşamı yaşamakta ve bir rahip olmak isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. Yine de zamanla bu duygusu söndü ve ruhu ülkesine hizmet etmek isteğiyle doldu. Bunun üzerine 1504 yılında parlementoya girdi. Bu sıralarda ünlü Hollandalı yazar Erasmus ile olan arkadaşlığı iyice gelişti ve Erasmus 1509'da basılan ünlü eseri Encomium Moriae`yi (Deliliğe Övgü) Thomas More'a adadı. 1517'de Kral'ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. 1525'de Lancaster Düklüğü'nün bakanı oldu. Kral Henry VIII'in evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Wolsey'i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More'u Lordlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kralın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin katolik kilisesini benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531'de Krala bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532'de görevlerinden ayrıldı. 1533'de Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlementonun Anne Boleyn'i İngiltere'nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti zira bu Papa'ya karşı bir davranış olurdu. Bu yüzden tutuklandı. Daha sonraları Kralı kilisenin başkanı olarak görmediği yönünde bir yalan da önüne işlemiş olduğu bir suç olarak getirildi. Ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535'de idam edildi.

Başlıca Eserleri

* Kral Richard III'ün Tarihi (1513-1518)
* Ütopya (1516)
* Tyndals'ın Yanıtlarına Tekzip (1532)
* Savunma (1533)
* Fatih (1533)
* Acıya Karşı Bir Yatıştırma Diyaloğu (1534)

Etiketler: , ,

Thales Kimdir ?


Miletli Thales (Θαλῆς ὁ Μιλήσιος, d. M.Ö. 624 – ö. M.Ö. 546), Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilkidir. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır.

Aristo bu fizikçilerin ilki olarak Milet'li Thales'ten söz eder. Eski bir İonia kolonisi olan Milet, Batı Anadolu kıyılarının zengin bir ticaret kentidir. Bir söylentiye göre Thales M.Ö. 585 yılında güneşin tutulacağını önceden haber vermiş. Eğer söylenti doğru ise, Thales'in düşünüş biçimiyle ilgili bir kaynak bazı geometri konularını Thales'in bulmuş olduğunu haber verir. Bu söylenti, bizi Thales'in Mısırlıların geometrisini bildiği ve belki de Mısır'da bulunduğu düşüncesine götürüyor.

Tüm bu bildirilenlere inanmak gerekirse; Thales'i, pek çok geziler yapmış ve bu gezileri rastgele değil de bilgi edinmek için yapmış bir insan olarak benimsemek gerekir. Belki de bu gezilerinde Thales, zamanının iki büyük bilim merkezine, yani geometrinin vatanı olan Mısır'a ve zengin astronomi gözlemleri olan Babil'e de gezi yapmış olabilir. Mısırlıların geometrisi ile Babillilerin astronomisi, Yunanlıların eski Doğu kültüründen miras olarak aldığı iki önemli bilimdir. Yunan düşüncesinin gelişmesinde bu iki bilimin çok büyük etkisi vardır.

Thales'in felsefesi ile ilgili olarak Aristo tek bir yargıdan söz eder: "Herşeyin kaynağı su'dur." Bir başka deyişle: Herşey ıslak bir maddeden çıkmıştır. Thales acaba bu yargıya nasıl ulaşmıştır? Aristo bu konuda bazı tahminlerde bulunuyor. Çünkü o Thales'in yapıtlarını kendisi görmüş değildi. Aristo'nun tahminine göre Thales bu tezini doğanın gözlemlerinden çıkarmış olsa gerekir.

Aristo'nun bu tahmini büsbütün yanlış sayılmaz. Çünkü Thales, büyük bir olasılıkla, Mısır'da bulunmuştur. Mısır'daki tüm yaşam, bilineceği gibi, her yıl yinelenen Nil'in taşkınlarından etkileniyordu. Belki de Thales Nil'in taşkınlarından sonra bitki ve hayvan yaşamlarının nasıl birdenbire fışkırdığına kendisi tanık olmuştur. İşte bu gözlemdir ki Thales'e suyun yaratıcılığını ilham etmiş olabilir.

Ayrıca Thales'in kendisi de bir sahil kenti olan Milet'lidir. Bu ve benzeri tezlerin eski dönemlerden beri var olduğunu da dikkate almak zorundayız. Nitekim Homer, herşeyin temelinde okyanusun bulunduğunu savunuyordu. Başlangıçta yalnız su vardı, karalar sonradan oluşmuştur. İşte eskiden beri var olan bu düşüncelere, Mısır'daki gözlemlerini de eklersek Thales'in herşeyin aslının "su" olduğu tezine nasıl ulaştığını anlamak daha bir kolaylaşır.
Burada şu noktaya dikkat etmelidir: Thales tüm varlığı, temel görevini üstlenen tek bir temel unsura "Arche"ye, yani suya dayandırmaktadır. Bu temel unsur yalnızca herşeyin başlangıcında bulunmaz, aynı zamanda tüm varlıkları da oluşturur.

Thales'e göre herşeyin başlangıcı belirli bir unsurdur. Gerek sonraları ve gerekse günümüzde bu madde, bu unsur, edilgen birşey olarak anlaşılmaktadır. Edilgen maddenin karşıtı olan etken maddeyi, "canlı" olarak benimseyebiliriz. Ancak Thales için maddenin karşısına konacak başka birşey yoktur. Çünkü ona göre, maddenin kendisi, doğal olarak canlıdır. Nasıl canlı bir varlık hareket eder ve biçimini değiştirirse, canlı olan bu madde de hareket eder ve değişim halinde bulunur.

Bunun içindir ki Thales: "Nasıl oluyor da sudan tüm varlıklar meydana gelebiliyor?" sorusunu sorma gereksinimi duymaz. Çünkü temel olan unsur "su"dur ve de su canlıdır. Her canlı gibi o da öteki varlıkları kendisinden yaratmak gücüne sahiptir. Daha sonraları bu maddeyi canlı ve yaratıcı var sayma görüşüne "Hylozoizm" denmiştir. Aristo'nun aktardığına göre bu görüş, aynı zamanda, her şeyde Tanrıların gizli olduğuna da inanır. Yani herşey Tanrılarla dolu demek, herşey canlı demek oluyor.

Thales'de farklı olan şey; birtakım gözlem ve düşüncelere dayanarak evrenin kaynağını açıklamak için, bir denemeye girişmiş olmasıdır. Bu açıklama, suyun organik yaşam için gerekliliğiyle ilgili gözlem ve deneylere dayanır. Bu dönemde yapılan gözlemlerden başka, Thales'in kendine ait, tümüyle teorik olan düşüncelerivardır.

Bu teorik görüşler, evrenin bir başlangıcı olması gerektiği düşüncesinden hareketle: "Hiçten hiçbir şey mey dana gelmez "kuramına dayanır. Hiçten hiçbir şey meydana gelmeyeceğine göre bu evrenin başlangıcında yaratıcı bir varlığın bulunması gerekir.

Thales'in evrenin oluşumu ile ilgili başlıca görüşleri bunlardır. Onun bu görüşlerini bir yana bırakırsak, Thales'in evren düşüncesi eski şairlerinkinden pek farklı değildir. Thales'te de, aynı eski şairler gibi, evreni bir okyanusun kapladığı ve dünyanın bu okyanus ortasında düz bir tekerlek (kurs) gibi yüzdüğü görüşü, güçlü bir olasılık olarak vardır.
Teorileri

Thales’den, önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler, rüzgar, vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu.

Thales hem suyu ana madde olarak düşünmesi hem de doğayı olguları birleştirerek açıklamaya çalışması bakımından önemli olmuştur. Doğa olayların nedenlerini insan biçimli Tanrılardan çok doğanın içinde aramıştır. Mitolojik açıklamalar ile ussal açıklamalar arasında bir köprü kurmuştur. Thales'den sonra öğrencileri Anaksimandros ve Anaksimenes de aynı çizgide ilerlemiştir.
Astronomi
Herodot'a ve Eudemos'a göre (28 Mayıs M.Ö. 585'te gerçekleştiği kabul edilen) Güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiştir. Astronomi ile uğraşan ve gün dönümlerini önceden hesaplayan biri olarak ilk astronom olmuştur. Ayın son gününe 30. gün adını o vermiştir. Yılın içindeki mevsimleri de o bulmuş, bir yılı 365 güne bölmüştür. Gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, piramitleri gölgelerine bakarak ölçmüştür. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin rüzgara bağlı olduğunu bulmuştur (Etesios rüzgarları nehrin tersine eserek onun denize dökülmesini engelliyorlarmış ve sular da taşıyormuş.)
Matematik-geometri
Matematik alanında çığırlar açmış birisidir. Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos'un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takım yıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı'ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. Bulduğu bazı geometri teoremleri şunlardır:

* Çap çemberi iki eşit parçaya böler.
* Bir ikizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.
* Paralel iki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar birbirine eşittir.
* Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı, dik açıdır.
* Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgen çizilebilir.
* Genelleştirilmiş 1959 Thales teoremine göre,E noktası AC doğru çizgisi üzerinde olmasa,içerde veya dışarda olsa bile CB/BA=(AB^t-BD^t)^(1/t)/ED vardır.(t=1) hali bilinen klasik Thales teoremidir.

Etiketler: , , , , , , ,